Fuar Anısı

 Hell Low

cennetlikler ve cehennemlikler, blog vakti


İngilizce’nin olumsuz hecelerin birleştirilmesinden oluşturulmuş ‘kötü anlamlar sözlüğü’ olduğu hakkında bir yazı okudum da geldim. Maalesef ki bundan bahsetmeyeceğim. Bu gün geçmişe dönüyoruz. Gerçek manada “definitely in it right now”* anı yaşatan bir anıdan söz edeceğim. Eğer bunu podcast olarak kaydetseydim çok keyifli bir dinleme deneyimi yaşatıyor olabilirdim. Yazıdan okumak ne kadar hoş olabilir emin değilim. Umarım bir gün podcastlere anılarımı anlatabilecek kadar özgür olabilirim.


Vakit olarak tam ne zaman emin değilim ama hikaye içerisinde fakülteye gidiyorum.. Epey zaman önce olmalı öyleyse. Aaaa bir de veganım. Hikaye içerisinde bu konuda sıkıntı çekiyorum. Öyleyse,


Çok uzuuuuuun bir zaman önce metrobüsler vızır vızır işlerken, otomatlardan ‘kart yükleme işleminiz gerçekleşmiştir’ sesleri yükseldiği bir günde…



O vakitler 4 gün boyunca havalimanının oradaki fuar merkezine gidiyorum her gün. Stant görevlisi değilim, fuarla hiç bir alakam yok, öyle bir sebepten misafir girişi ile girip belli bir stantta takılıyorum. Yardım ediyorum, bazende oradakilerin işlerini zorlaştırıyorum. Uluslararası bir ortam. İngilizce konuşmam gerektiği durumlar oluyor. Dediğim gibi stantla bir alakam yok ama bir anda ürün tanıtmaya başlıyorum. Stant sahibiymiş gibi havalar civalar. 😂Bu kısımlar çok eğlenceli. Aşırı keyif alıyorum. Kanım kaynıyor belli. Standdaki her şeyi kendi yorumumu katarak anlatıyorum. 😂 Yanlış bir şey söyler miyim diye hiç düşünmüyorum.😬 Yine eğlenceli kısımlarından biri: Normal zamanda kapısından girip lokum alamayacağım bir mağazanın standındakilerle göz alışıklığımız olduğu için devamlı lokum ikram ediyorlar, önünden geçerken, karnımı doyurana kadar o aşırı lezzetli, hiç bilmediğim ve abartılı meyvelerden yapılmış lokumları yiyorum. Gün içerisinde yediğim tek şey bu çünkü. Aşırı yorgunum, aşırı açım ve uykusuz gün içerisinde devamlı koşturuyorum. 


O günlerde günüm şöyle ilerliyor. Sabah iki-üç saatlik uykuyla kalkıyorum, kahvaltı yapmadan (ki normalde bi şeyler yemeden asla kendime gelemem) metrobüse atlıyorum. Takıyorum kulaklığı Ode to the Mets’i açıyorum. 25 dakikalık metrobüs yolu boyunca aynı şarkıyı tekrarla dinliyorum. The Strokes’ile tanışıp hayran olduğum vakit işte tam olarak bu vakit. Beni bu gün “definitely in it” yapan şey de bu şarkı. 25 dakika süren, bayık bakışlarla hayatı sorguladığım derin dakikalar bitince eve doğru yürümeye başlıyorum. Kahvaltılık bi şeyler alıyorum. Eve geçip bi şeyler atıştırıyorum. Bi süre dinlenip yeniden hazırlanıp okula gidiyorum otobüsle. Okula gittiğime göre hayal meyal hatırlasam da sınav haftamdayım. Yine her zamanki gibi sınav dışında her şeyle ilgilendiğim bir süreçmiş anlaşılan. Sınava giriyorum çıkıyorum. 45 dakika trafikte eve dönüyorum. Yeniden hazırlanıp çıkıyorum fuara. Bitter-Sweet fuar anları. Yorucu keyifli aynı zamanda da üzücü geçiyor yer yer. Fuardan ayrılıyorum keyifle. Sonra bir akşam yemeği gerginliği başlıyor. Yenibosnayı baştan başa turluyoruz ama yiyebileceğim vegan hiç bir şey bulamıyoruz. Üzerimde öyle büyük bir baskı hissettiriyor ki bu anlar, bırakın ya açlıktan ölmem diye çığlık atasım geliyor. Bi şekilde et yemeden hallediyoruz. Yine ardından iki-üç saatlik uyku ve gün tekrarı. Bu tekrar eden günler sırasındaki küçük anları hatırlıyorum şu an sadece fakat o metrobüste Ode to the Mets dinleyerek geçirdiğim dakikaları parlak bir şekilde izliyorum adeta… 




Dinlediğim şarkı The Strokes’in karanlık ve eve zorla kapatıldığımız malum dönemde çıkardığı The New Abnormal albümünde. Bu albümü o dönem fark etmemiş olduğuma şaşırıyorum. Nasıl oluyor da tam da fuar zamanı keşfetmişim daha çok şaşırıyorum. 



Bu kısmı nasıl açıklayabilirim bilmiyorum. Şöyle ki, eve kapatılarak zorbalandığımız dönemde, herkesin, The Strokes bile bambaşkaya evrilerek ortaya mükemmel fikirler ve eserler çıkardı. Bir aydınlanlık dönem oluştu. Sonra neredeyse hepimiz bunları bir bir unuttuk. Tam o unutuşun kırılış noktası da fuar dönemiydi benim için. Aydınlık konularda konuşmayı bıraktığım biraz daha uzun zaman olmuştu ama üzerimde her daim parlayan güneşi de o günlerde atmıştım bir kenara. Her zamankinden daha ilhamsız daha umutsuz bir yaşamı yeniden çiziyordum.



O dönem albüm içindeki sadece bu şarkıyı dinliyorum. Daha diğerlerine bakıp ne zaman ve neden çıkarıldığını bilmediğim bir şarkı. Arka planında bağımsız rock’ın bir numaralı emektarlarını bulacağım vakit bundan çok daha sonrasında oluyor. 



Yemin ederim yazıya başladığımda bu konuyu evirip çevirip çok keyifli bir yere getireceğime emindim ama şu an neden söz ettiğime ve konuyu nereye doğru uzattığıma dair en ufak bir fikrim bile yok. 🤯



Düşünmüşüm, hissetmişim, yazmışım yayınlayacağım. 🙄 O yüzden hadi bağlayarak bitirelim. 🙃 En azından tüm bunların hangi süreçte aklıma geldiğinden bahsedeyim.




Gece mindspace positive olabilmek adına bisiklet sürüyordum. Bir yandan da ne dinlesem diye Spotify’da dolaşırken Cassual Kisser dinleme isteğim geldi. McKenna Grace şarkılarında dolanmaya başladı sürüş eşlikçi müziğim. Ugly Cryer, You Ruined Nirvana…. Sözlere takıldım, nasıl duygularını bu kadar iyi ifade edebilir diye düşünmeye başladım. Sözlerin içinde olduğumu hissettim. “İn it right now” kavramını hatırladım.


Az öncelerde de playlistten Ode to the Mets çalmaya başlayınca, bu şarkıyı her dinlediğimde yaşadığım duygunun “in it right now” olduğuna karar kıldım.


Ve bi şekilde bu yazı ortaya çıktı.


Hepsi bu.



  • Garden State filmindeki şömine sahnesinde Sam’in söz ettiği şey.

Yorumlar