Leviathan

.

.

.

.

Paul Auster'ın Leviathan isimli bir romanı var. Amerikan yaşamını, Amerika dünyasını anlatıyor. Donuk, ışıklar altında ama soluk, çoğunlukla soğuk bu kıta bana çok hoş geliyor. Çok fazla cazibesi var bu ülkenin. Temelindeki demokrasi mi, para mı coğrafi yapısı mı...? ne fark eder...?


 Orada var olanı yok edip yeni bir sistem yarattılar. Şehirler kurdular sonra da insanları kurdular. Saatin içindeki o minik çarkların hiç şaşmadan doğru saliseyi gösterdiği gibi Amerika da para ve özgürlük gibi çarkları ile sistemsel biçimde ilerliyor. TR. her geçen gün bozuk saat gibi aynı konulara takılmış ve doğru zamanı göstermekten aciz olduğu için, neredeyse kusursuzca işleyen bir ülke olarak Amerika her yönden çekici gelecektir.


Zaten siyasi olarak ortalık karışık. Sağ-sol, merkez-çevre, iyi-kötü, ak-kara kutuplarındaki serin ve buzlu sulardan çıkmaktan aciz halk asla  orta iklim kuşağına yaklaşamıyor. Oysa ki üzerinde pinekledikleri buz parçasında televizyon izleyip sosyal medyada takılmayı bıraksalar, mesela biraz yürüseler, eminim ki ekvatora yaklaştıkça havanın ısındığına da şahitlik edecekler. Bu dünyada başka kabilelerin de var olduğunu, alternatif yaşam biçimlerinin mümkünlüğünü, farklılıkların güzelliklerini, dünyanın sonluluğunu ve barışın tatlı gülümseyişini görecekler. Böylece belki her siyahiye köle, her beyaza da efendi demenin yanlışlığını kavrayacaklar. 


Bunlar hep hayal. Mesela ben biliyorum ki kimse ama hiç kimse saat 3'den sonra mantıklı konuşmaz. Bilgisayarım az önce konuştu. O da mantıksız konuştu. Saat üç diyerek bana saati hatırlattı. Niye bana saati hatırlatıyor ki, ne gereği var bu saatte saatin kaç olduğunu bilmenin? Yine de iyi ki hatırlatıyor çünkü ben saate bakmaktan aciz bir yaratım ürünüyüm.


İnsanlar bana saati öğretmeseydi, saati asla öğrenemezdim. Belki zamanı bile kavrayamazdım. Bu yüzden saate bakarak yaşamaya ve koşuşturmaya karşıyım. Bununla birlikte koşmaya da yandaş tavırlar sergiliyorum. Mesela bazı sabahlar çıkıp koşuyorum. Özellikle hava soğuksa. Kaslarımı kuvvetlendiren bu alışkanlığım soğuk havada içime çektiğim nefesin ciğerlerimi yakmasını da sağlıyor. Böylece nefes nefese kaldığım yokuş yukarı yollarda yaşadığımı hatırlıyorum. O soğuk yakıcı nefesle dünyada aldığım ilk nefesin canımı yaktığı ana geri dönüyorum. Yeniden doğmuş gibi. Ben sanırım bu yüzden de seviyorum koşmayı. Koşuşturmaktan ise nefret ediyorum. 


Yeter, konuya dönelim. Leviathan isimli romanda bir karakter var. Bu uyumsuz karakterimiz her gün belli bir renkteki yiyecekleri yiyor. Bu günün rengi kırmızıysa yiyebileceği şey domates oluyor. Domates ile güzel gider diyerek yanıda yeşil bir ot yiyemiyor. Tüm hayatı böyle devam ediyor. Benim için çok ilgi çekici.


Renkler ve günler de şu şekilde:

P. Turuncu

S. Kırmızı

Ç. Beyaz

P. Yeşil

C. Sarı


Öncelikle biraz karakterden bahsetseydim ilgi çekiciliği, hayata adadığı tuhaf yaratıcı yollardan ilerleyişi, her anı olduğundan daha da güzelleştirecek biçimde ele alışı ve diğer her şey ile nasıl biri olduğu anlaşılabilirdi. Burada amacım onu anlatmak değil. Yemek yemek gibi temel bir ihtiyacı giderirken bile hayatı nasıl oyuna çevirerek eğlenebildiğinin beni nasıl etkilediğini göstermek.


Bu güne dek bu karakterimiz Maria genel olarak hoşuma gitmek ve aklıma kazınmakla birlikte diğer eylem ve oyunları yemek oyunu kadar dikkatimi çekmemişti. Şimdi yazıyı yazarken kitaba tekrar bi göz atmamla bir şeyler yakaladım.


Maria doğum günlerine kaç yaşına giriyorsa o kadar konuk davet edermiş. Daha başka ayrıntılar da var ama onlara girmeyeyim. Şimdi bu doğum günü meselesi neden dikkatimi çekti ondan bahsedeyim. 


Doğum günlerim genel olarak ekstra üzgün geçirdiğim günler oluyor. Sebebi de bu son yıla kadar taktir edici, kutlayıcı, hatırlanıcı bir mesajla bile karşılaşmayışımdan. Normalde de kimse durduk yere gelip hoş bir söz söylemez bana fakat bu doğum günlerindeki etkiyi hiç göstermiyor. Altında da beklentiye girmek yatıyor. Normalde etkilemeyecek bir durum fakat bekliyorsun olmuyor ve sonuç, hiç yoktan kocaman bir üzüntü. Bunu fark ettiğim gün (ki üstünden çok uzun yıllar geçti, keşke hatırlasam) bi karar aldım ve hayatım inanılmaz güzelleşti.


Buçuk yaş günlerimi kutlamak.


Ve bunu gerçek bir kutlama havasında değil de yaratılmış olmanın mükemmelliğinde kendimle harika vakit geçirerek sağlamak. Başkasına ve hatta kendime karşı bile hiç bir beklentiye girmediğim o gün dış dünyaya karşı her şeyi reddettiğim bir gün oluyor. Tam bir nergis oluyorum. 


Bir kaç gün kaldı buçuk yaş günüme ve ilk defa nergis imgesi bilinciyle o günü yaşayacağım. Bu günden birilerine bahsetmiş olmanın getireceği tüm etkileri yaşayacağım. Bi şeyler kötüye giderse hayatıma Maria gibi yeni oyunlar eklemek zorunda kalacağım.


Ya da Sophie Calle mi demeliyim. 


Maria dediğimiz bu karakter Sophie Calle'den esinlenerek yaratılmış Paul Auster tarfından. Kendisi efsanevi ve uyumsuz bir sanatçı. Ajanlık yönü de beni çok etkiliyor. Daha fazla bilgi için, 

https://www.arter.org.tr/koleksiyon/sanatcilar/158


Artere karşı büyük bir sevdam olduğu için bu linki paylaştım fakat kendisi hakkında internet çöplüğünde çok daha güzel bilgiler var. 


Kendisinin Double Game isimli kitabı var ki bunu Leviathan'daki Maria karakteri üzerinden anlatamayacağım şekilde bir proje olarak yazmış.



Hepsi bu kadar.



Yorumlar