Rohmer


.

Merhaba Blog Meydanım,

Twitter, yani, boş laflar ve gaflar mecrasında gezinirken materyalleştirilmiş veya küfürleştirilmiş olmayan bir şeye denk geldim bu gece. 

Hoş renklerin hakimiyetinde, naif bir fotojenlik içeren, Akdenizimsi tuzlu deniz havasının kokusunu hissettiren, biraz da romantik bu fotoğrafı gördüm. Altyazı olarak kocaman bir sessizlik yüceltmesi de içermesiyle iç sesim dürtüsel olarak şöyle dedi; 

"ne kadar da Rohmer"

Gerçekten de Rohmer'miş. Four Adventures of Reinette and Mirabelle' (1987) 

Şimdiye dek ancak iki ya da üç Rohmer filmi izlemişimdir. Buna rağmen bu kendine has dünyasını bana tanıtabilmiş olmasına çok sevindim. Sessizliğe verdiği değeri filmlerinde işleyebilmesi, pasif, pastel ve doğal renklerin büyüsünü hissettirebilmesi ve bilgece mi, kitapsal mı, tumbler ağazı mı anlayamadığım replikleri gündelik konuşmalarmış gibi yedirebilmesi, bendeki Rohmer tanımını bunlar oluşturuyor...


"Conte de Primtes" filmi o izlediğim iki ya da üç Rohmer filminden en sevdiğimdi. Felsefe öğretmeni bir genç ile piyanist olma yolunda bir gencin hikayeleriyle ilerleyen filme Kant'sal bir arka plan eşlik ediyor. Her ne kadar perspektifdeki özenle yerleştirilmiş ilkbahar çiçekleri havanın sıcak olduğu izlenimi oluşturuyor olsa da filmdeki ıslak çimler titretici bir soğuk da hissettiriyor. Kant da Saf Aklık Kritiği ile bu havalara çok güzel ayak uyduruyor.


Bireysel olarak Kant'a karşı "I can't" olduğum ve her iki Kant dersimden de kaldığım için, filmi Kant ile bağdaştırma girişiminde bulunma dürtümü sineye çekme durumuma kabulleniş gösteriyorum. (Ulan Kant, seni bi anlayayım bi daha izleyip bir daha yazacağım bu filmi)

Filmde bi kolye meselesi var. Devamlı olur olmadık yerde kolye ile filmin o yumşak, rahat, konfor alanında hissettiren akışı kesiliyor. Hararetli hararetli piyanist kızımız suçlamalarda bulunuyor. Sanırım felsefeci hanımın bu zamanlarda yaptığı ise felsefi bir sorgulama ve akıl yürütme. Buna pek de felsefe demesek daha iyi olacak. Asıl felsefe filmin bi sahnesinde dört karakterin birden masada oturup konuştuğu yerde kendinden söz ettiriyor. (Anlatmayacağım, ilginiz var ise Fransızca'nın se*iliğinde yapılan bu felsefe muhabbetini gidip izleyin)

Şimdi mekan olarak filmde iki temel mekan var bence. Bu iki mekan deli dehşet bir beğeni ve istek güdüsü çalıştırıyor bende. Diğerleri çok değerli değil. Bu mekanlardan ilki içi kitap (kitaplar da Platon, Kant, Hussel ve Hegel gibi manyak kaliteli çizgide), sanatsal tablo ve çiçek dolu bir çok odası ve bir tane de piyanosu bulunan bir şehir evi. 

Diğer mekanımız şehrin dışında o soğuk hissettiren çimlere sahip, yemyeşil bir bahçeye açılan, tatlı çiçekli perdeleriyle yuva hissini verebilme potansiyeliyle çalkalanan köy evi. 

En başta karakterleri sıfatlandırırken değinmedim ama filmi ilk gördüğümde bu iki karaktere yapıştırdığım bireysel bir sıfatlandırmam vardı. Tam bir Jack&Diane'ler bu ikisi. Bu profilleri yan yana görmeyi seviyorum. Sanırım sebebi farklılıkların karmaşa ve düşmanlık çıkarmak yerine, dostluk ve kardeşlik ve barış ve anlayış ve saygı ve ve ve... gibi pozitiflikler üretme gücünün varlığını göstermesi.

Farklılık ve zıtlıkları, sağ-sol merkez-çevre ak-kara gibi türeyen, bir gecede tüm insanlığı kara bulutlar altına sokmak gibi işlevlerde kullanmak yerine, böyle sentezleyerek diyalektiksel bir mükemmelliyet yaratmakta kullanmanın bir temsili bende Jack&Diane modeli. 

Buradan siyasete atlamamak için kendimi zor tuttuğum için, böyle şeyler konuşmama sözü verdiğim için, yazıyı daha fazla uzatmak istemediğim için, saat çok geçe doğru gittiği için burada yazıyı sonlandırıyorum çok değerli Blog Meydanım.

Saygılarımla
15 Kasım 2022, 02:22

Yorumlar